İletişim, her zaman en temel insanî reflekslerin bir ürünü, bir nedeni ya da bir sonucu olmuştur. Bu anlamda hayatımızdaki rolü, önemi ve yeri yadsınamaz. Bu metni yazarken kullandığım harflerden başlayarak, yazma eyleminin kendisine kadar her şey iletişim ihtiyacının yahut zorunluluğunun bir ürünüdür. İletişimin bu önemi hiç şüphesiz özellikle insanlığın gelişim süreçleri içerisinde kimine göre evrim kimine göre ise devrim niteliğinde olan gelişmeler sonucunda ortaya çıkan bir dizi teknolojik gelişmelerle birlikte daha da artmıştır. Bu anlamda elektriğin keşfinden şu an elektrik ile çalışan bütün teknolojik aletlere kadar her bir yenilik insan hayatında iletişim temelinde ortaya çıkmıştır demek çok da yanlış olmayacaktır. Öyle ki günümüzde yeni medya diye adlandırılan birtakım araçlarını platformların yahut yeniliğin kullanımı yine iletişim temellidir.
Ben de burada 1990’lı yıllarda böyle bir terimin kullanılmış olmasına şaşırmakla beraber Francis Balle ve Gerard Eymery’nin Yeni Medyalar başlığını taşıyan kitabı hakkında bir değerlendirme yazısını yazarken, geleneksel medyalardan yeni medyalara geçişte yine iletişimin günümüzde aldığı konum temelinde bir metin hazırlamaktan başka pek bir çaremin olmadığını görmekteyim.
Francis Balle ve Gerard Eymery bu metni yazdıklarında 90’lı yılların başındaydılar. Ve metnin de birçok noktada geleceğe dönük öngörülerinin aradan geçen 30 yıllık sürede aldıkları şekli bugünün gözünden değerlendirmeye çalışmaktan öte bir iddiası yoktur. Bunu belirtmenin önemi kitabın daha çok gelecek seçeneklerini ortaya koymasından kaynaklanmaktadır. Evet yer yer her ne kadar dönemin teknik gereçleri noktasında fazlaca ayrıntıya girerek uydu sistemlerini, tele-yayım araçlarını, miniteli ya da daha eskiye giderek telgraf ve radyonun çalışma prensiplerini anlatmalarına rağmen temel gaye bunlardan biraz daha farklıdır. Yazarlar kitaba şöyle başlarlar örneğin:
“Görüntü, yakında, bir kıtadan diğerine veya en kapalı toplumların içinde, söz ve basılı malzeme kadar kolay dolaşacak. Bu devrim, her bireyin giderek artan sayıda ve sıklıkta yepyeni hizmet ve programlara kolayca ulaşmasına olanak veren, son zamanlarda ortaya çıkan teknik ve teknolojilerin sonucudur. Video gösterici kaydedici ve video kasetleri gibi özerk gereç ve taşıyıcılara, her çeşit bilgiyi ve görüntüyü bireysel olarak elde etmeye olanak veren video yazım· ve şifreli televizyon gibi özgün araçlara ve son olarak, kablo ve bunun uydularla oluşturduğu bileşimlerin ortaya çıkardığı yeni, yerel veya dünya çapındaki şebekelere bağlıdır bu devrim.”
Bu girişten sonra ele aldıkları temel konu teknolojik gelişmelerin toplumsal karşılığıdır. Evet kitabın tek cümlelik bir özeti yapılması istenseydi bundan daha iyi bir karşılığının olabileceğini düşünmüyorum. Teknolojinin toplumsal karşılığı ifadesiyle ne anlatmak istediğimi aşağıda daha da açacağım ancak ondan önce kitabın ilerleyişine sadık kalarak bölümleri ayrı ayrı değerlendirmenin daha faydalı olacağı kanısındayım.
Kitapta “Yeni medyalar ne kadar yenidir?” sorusuyla başlayıp bir dizi başka sorular sorularak devam edilen bir giriş bölümüyle karşılaşıyoruz. Bu soruları şu şekilde özetleyebiliriz:
-
“Yeni diye değerlendirilen ve medya olarak kutsanan bu şebeke ve araçlar arasında ortak noktalar nelerdir?
-
Bu kadar ayn teknik ve teknolojileri -kullanımın dayatmasıyla aynı sınıflandırma içerisine sokmak ve aynı adı vermekte gerçekten haklı mıyız?
-
Elektronikle aynı soydan gelmeleri ve beklenmeyen ve önceden görülemeyen bağlantıları, eski medyalara -basın, radyo, televizyon- karşı işbirliği yapıyorlarmışçasına bir bütün olarak ele alınmalarına izin verir mi?”
Bu sorulara 90’lı yıllarda yanıt arandığını unutmamak gerekir. Çünkü henüz o dönemde günümüzdeki teknolojik araçları bırakın internetin bile çok daha yeni olduğunu göz ardı edemeyiz. Zaten yazarlar da o dönemde kullanılan bazı araç ve makinelerin halen geleneksel diye nitelenen büyük medyaların örneğin basın, radyo ve televizyonun olanaklarını artırmak veya onların işlevlerinin bir kısmını üstlenmekten ibaret olduğunu söylemektedirler. Bu göstermektedir ki geleceğe dönük olan öngörülerini anlatmadan önce günün şartları çerçevesinde düşünerek büyük öngörü yahut kehanetlerden kaçınmaktadırlar.
Peki o halde yeni medya o dönem de nasıl ele alınmaktaydı sorusuna kitap çerçevesinde tatmin edici bir yanıt verebilmenin imkanını sorgulamamız bize ne kadar doyurucu bir yanıt sunabilir? Sözcüğün en güçlü anlamı alındığında, yeni, en azından geçici olarak, hiçbir şekilde geri dönüş umuduna yer vermeyecek tarz da bir şeyin yerini almayı tanımlar. Yeni bir yıl, Yeni Ahit (İncil) denildiğinde, kastedilen şekliyle yeni medyalar da olacak mı? Bölünmüş ve karşılıklı etkileşime açık yarının televizyonu, bugünkü ve ya dünkü, tek yönlü ve kaçınılmaz olarak mesafeli televizyonun hangi noktaya kadar yerini alacak? Yeni medyaların doğuşu, habercilik ve iletişimdeki değişmeler nicel mi yoksa nitel mi? Söz konusu olan değişmeler nicel mi yoksa nitel mi? Söz konusu olan bir farklılaşma mı, doğasının değişmesi mi?
Evet kuşkusuz ki o dönemdeki hiçbir şey bunları nitelemiyor. Birinden diğerini seçmek öngörülemez dünyada bilgisizliğin verdiği kehanetten öte bir anlam taşımıyordu. Bunun farkında olan yazarlar da öngörülerini iki temel kategoriye ayırmışlardır. Olası gelecekler üst başlığını taşıyan bu öngörülerde siyah bir gelecekten ve ardından pembe bir gelecekten söz etmektedirler. Yine de yeni medyaları ele alırken onları kitle iletişim araçlarının dolayısıyla da geleneksel medyanın birer uzantıları olarak ele almaktadırlar. Bu yaklaşım tarzları bizim günümüzde meseleye yaklaşma tarzımızdan farklı değildir.
“Yeni medyaları, çoğu zaman yanıltıcı ve dış görünüşteki bir simetri içinde karşısına koyduğumuz kitle iletişim araçlarına başvurmadan incelemeye girişmek, sonuçta boşuna çabalamak olacaktır. Bunlar kitle iletişim araçlarının uzantılarıdır, bir bölümünü içerir veya onların yerini alır.” s. 14
Hala öyle değil mi? 90’larda yeni medya diye anılan şeylerin belki de hiçbirini o an ki teknolojileriyle kullanmıyoruz ama hala yeni medya diye nitelenen iletişim alanlarını kitle iletişim araçları içerisinde ve hala geleneksel medya ile karşılaştırarak yorumlayabiliyor ya da tartışabiliyoruz. Çünkü önemli olan teknik gelişmenin kendisi değildir. Yukarıda teknolojinin toplumsal karşılığından bahsederken açacağımı söylediğim şey tam olarak burada açılmalı. Teknik ya da teknoloji bilimsel ilerlemeyle doğrudan ilişkili değildir.
Bilim adamlarının doğayı şekillendirmede ve kontrol etmede kullanılan bilgiyi toplamaya başlamalarından uzun zaman önce de teknoloji mevcuttu.
Örneğin İngiliz Endüstri Devrimi boyunca icat edilen makinelerin çoğu o günün bilimiyle çok az ilişkiliydi. Sözgelimi tekstil üretiminin büyümesine temel teşkil eden buluşları eski zanaat uygulamalarına bilime olduğundan daha fazla şey borçluydu. Bazı değişiklikler uygulamaya geçirilemez, bazıları yararlı değildir, bazıları da yararlı olmasına karşın çok az teknolojik ve toplumsal etkiye sahiptir. Yani, bir icadın önemi yalnızca teknolojik parametrelerle belirlenemez, diğer bir deyişle, bir icat sanki sadece kendisine özgü bir şeymişçesine değerlendirilemez. Bir icat ancak bir kültür kendisine büyük bir değer atfetmeyi tercih ettiğinde büyük icat sınıfına girer. İlerleyen süreçte belki de kendi kültürünü oluşturacak kadar genişler. Mevcut teknik imkanlar ile birlikte yeni medyaların şu an kendi kültürünü oluşturmaya başladığını da görebiliyoruz. Ancak o dönem için yazarlar şunu söylemekle yetinmişlerdir:
“[…] gelecek, ancak eşyanın doğasının ve insan iradesinin aynı anda dikkate alınmasıyla anlaşılabilir.”
İnsanoğlu çok eski olan her yerde var olma düşünü Endüstri Devrimi sonrası gerçekleştirme şansına sahip oldu. Elektrikli telgrafın icadıyla birlikte haberler ilk kez milyonlarca insana ulaşabiliyordu. O tarihten sonra da medyaların tarihi sanayinin maceralarıyla hep iç içe oldu. Bu iç içelik teknolojik gelişmelerin bilimle kurduğu bir ilişkiden ziyade kapitalizmin sermayeyle kurduğu ilişkiye daha yakındır. Bu yüzdendir ki kitabın ilerleyen bölümlerinde kitle medyası ve sınıf medyası ayrımı yapmışlardır. Bu ayrıma gelebilmek için geçen sürede bir dizi teknik gelişmelere de ihtiyaç duyulmuştur elbette. Yani telgraftan mikro işlemcilere doğru bir değişim görmemiz gerekmekteydi. İletişimin bu gelişim süreci hakkında yazarlar aşağıdaki grafiği sunmaktadırlar.
Bu grafik 1875’ten 2000’lere doğru ilerleyen zaman diliminde iletişimin gelişim aşamalarını kullanım sıklığı temelinde göstermektedir. Kullanım sıklığı faktörü burada fazlasıyla önem arz etmektedir çünkü bize yazarların kitap boyunca sürdürdükleri temel savı hatırlatması açısından fazlasıyla önem taşımaktadır.
“Gerçekten de Marconi, Edouard Branly’nin tersine, telsiz telgrafın sadece askeri iletimle veya denizlerde kurtarma çalışmalarıyla sınırlı kalacağını düşünmüyordu. Sözün müziğin iletiminin olağanüstü uygulamalarını ve bunların kültürel yansımalarını, etkilerini öngörüyordu: Radyo yayımı düşüncesi artık doğmuştu.”
Yinelemeye düşmek pahasına tekrar dile getirmem gerekiyor. Önemli olan teknolojik gelişimin gerçekleşmiş olması değildir. Evet bu çok büyük bir adımdır belki ancak ne için büyük bir adım olduğunu burada belirtmemiz gerekiyor. Her noktada Balle’nin vurguladığı nokta iletişimde ve iletişim teknolojilerindeki gelişimin toplumsal yansımalarıdır. Burada da telgraf ve müziğin iletiminden doğan radyo düşüncesi ve bunun kültürel yansımaları olarak adlandırmıştır. Evet gerçekten de öyle. Herhangi bir teknolojik gelişim insanlık için büyük bir yarar sağlayabilir. Ancak asıl sıçramayı sağlayacak olan değişim kültürel ve toplumsal alanda bu gelişmelerin bir karşılığının var olmasıdır. Günümüzdeki yeni medya araçlarının bunu büyük oranda gerçekleştirmeyi başardığını görüyoruz. Ya da en azından değişim getirdikleri ve bir kültür oluşturmaya başladıklarını söylemek yadsınamaz.
Kitapla aynı ada sahip Yeni Medyalar isimli bir diğer bölümde yazarlar sürekli sözünü ettikleri teknolojinin toplumsallaşmasına atıfla telgrafın, radyonun, televizyonun, bilgisayarın ve mikroişlemciyle çalışan diğer ev aletlerinin yayılımını anlatmaktadırlar. Ancak bunu fazlaca teknik bilgiye uydu sistemlerinin, hertzçi teknolojinin çalışma prensiplerine yaslanarak ele aldıkları için çok fazla değinmeden gelecek tasarımlarının olduğu bölüme değinmeyi daha uygun görmekteyim.
“Şimdiden gözlerimizin önünde duran bu yeni medyaların geleceği şöyle görünüyor: deneyler ve hatalarla, olağanüstü başarılar ve başarısızlıklarla dolu bir belirsizlik. Bunlar, en azından bu görünüşleriyle sanayi mantığının kurallarına uyarlar. Çizilen zigzagların kolayca görülebildiği bir mantıktır bu, sadece tüccarların yasasına bağlanması çok kolay olmayan bir mantık.”
Bu yeni medyalar büyük sermaye sahiplerinin kaba hatlarıyla çizdikleri bugünün incelenmesiyle ele alınarak tanımlanmaktan biraz uzakta durmaktadırlar. Kitabın yazıldığı 90’lı yıllarda da durum buyken günümüzde de durumun böyle olduğu açıktır. Bu yüzden biz halen geleneksel medya ile yeni medya arasında bir ilişki kurarak farklılıklarından söz etmekteyiz. Bu haliyle de her ne kadar yeni medyalar kendi kültürünü oluşturmaya başlamıştır desek de geleneksel medya ve iletişim araçları da halen etkinliğini sürdürmektedir. Evet belki 1960’ların ya da 70’lerin kitle medyasından sınıf medyasına doğru bir geçişin oluşumunun izlerini sürebiliyoruz. Ancak sınıf medyası olarak tabir ettiğimiz kişiye özel, paralı basım, yayım ve görsel iletişim araçları -kısaca geleneksel medya- da halen etkinliğini azımsanmayacak ölçüde sürdürmektedir.
Peki Balle ve Eymery’nin sorusunu tekrarlayarak soracak olursak: “Bu yeni medyalarda yeni olan şey nedir?” sorusuna doyurucu bir yanıt vermek günümüzde mümkün müdür? Burada 90’lardan farklı olarak verebileceğimiz bir yanıt var mıdır? Soruya verilecek yanıt sanırım şu olabilir: “Evet farklı bir yanıtımız vardır. Bu fark toplumsallaşmaya ve kültürel yansımalara bağlıdır. Artık 90’lardan farklı olarak yeni medyalar kendi kültürünü oluşturmaya başlamış hatta oluşturmuştur. Bu haliyle de yenidir.”
Yeni medyaların geleneksel medya karşısındaki durumunu buhar makinesinin durumuna benzetebiliriz. 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında yaşanan endüstriyel değişimler, İngiliz halkının hayatını ve kaderini etkilemeleri açısından gerçekten de devrimci değişimlerdi. Ne var ki o dönemlerde icat edilen/ortaya çıkan makineler ve bu makinelerin çalışmasını sağlayan buhar makinesi, teknolojideki evrimsel değişimlerin ürünüydü. Hiçbiri de geçmişle kesin bir kopuş ortaya koymuyordu. Diğer taraftan, bu gelişmelerin ekonomik ve toplumsal sonuçları öylesine geniş kapsamlıydı ki toplumsal düzenin dönüşmesine neden olmuştur. Belki yeni medyalar Endüstri Devrimi’nin doğası gereği etkilediği alanları aynı anlamda ve oranda etkileyemeyecekse de Enformasyon Devrimi ve Endüstri 4.0 ile kendine özgü alanları ve toplumsal düzeni etkileyecektir/etkilemektedir demek fazla ileri giden bir yorum olmaktan başka bir anlam taşımaktadır? Bu soruyu sormak kendi kültürünü oluşturan ve toplumsal düzeni etkileyen yeni medyaların mevcut durumunu algılayabilmek açısından önemlidir.
“Toplum açısından önemli olan icadın kendisi değil, yeniliktir; yani icadın uygulamaya konulmasıdır. Bilginler sadece icatla, mühendisler örnek tipin genelleştirilmesiyle ilgilenirken, toplumu onun örgütlenmesini veya onun eylemini göz önüne alanlar, teknik medeniyetin ürünlerinin bir kez pazara çıkartıldıklarında insanlar tarafından ifade edilen doğal gereksinimleri karşılayıp karşılamadıklarına bakarlar.” (s. 65)
Yazarlar bu bağlamda televizyon, radyo ve video kasetlerin gereksinimleri karşılayıp karşılayamadıkları üzerine bir dizi çözümleme ve analiz geliştirerek devam ediyorlar. Klasik, tek yönlü ve propagandaya fazlasıyla açık olan devlet kanallarının 90’lara gelen süreçte toplum tarafından özellikle Fransa özelinde kullanımının azalmaya başladığını söylemektedirler. Ancak bir geriye dönüş kanalının ve bir video kayıt aygıtının varlığı, izleyicinin görsel işitsel alanı tekrar sahiplenmesine yol açmıştır. Yani görsel iletişime dönüşen telekomünikasyon, sonuçta tek yönlü kitle yayım hizmetleriyle bireyselleştirilmiş ikili yani karşılıklı hizmetler arasında bir köprü kurduğunu düşünmektedirler.
“Buna karşılık önerilen hizmetler yeteri kadar çekici olmazsa, bunları kullananların sayısı yavaş artacaktır. Bu tahminler gösteriyor ki, doğrudan radyo yayın uyduları bugün için yenilik olsalar da çağın sonuna kadar, diğerleri gibi sıradan bir yayın aracı olacaklardır.” (s. 69)
Kurulan bu köprü günümüzde Netflix, Amazon Prime, Blu TV, Digiturk gibi görünümlerle karşımıza çıkmaktadırlar. Netflix 90’ların sonunda film kasedi kiralayan bir şirket olarak sektöre başlamışken şu an aldığı konum itibariyle yayıncılık ve sinema sektörü açısından vazgeçilemez bir konumda durmaktadır. Elbette ki başarısı kültürel hayata girebilmesi yahut kendi kültürünü oluşturabilmesi ve toplumsal kabule bağlıydı. Ancak yazarlar bir noktadan yanılıyorlardı.
“Geriye bu hafif araçların medyalar karşısındaki yeri sorusu kalıyor. Kamunun bu araçlara duyduğu hayranlığın derecesi ne olursa olsun, bunların televizyonla yarışabilecek bir katalog sunmaları zor olacaktır. Bu iletişim araçları arasındaki ilişkiler sadece yarışmaya dayanmasa da yayımlanan programların çeşitlenmesi, video kaset ve video disk pazarının gelecekteki evriminde temel bir rol oynayacaktır.”
Video disk veya kasetlere olan talebin fazla olduğunu ve ileride belki sinema sanayii ile birleşerek büyük kullanıcı sayısına ve etkileşimine dönüşeceğini söylese de TV karşısında yarışabilecek bir katalog sunma noktasında yetersiz kalacağını düşünmektedirler. Netflix gibi platformların ise günümüzde bunu değiştirdiği açıktır.
Daha önce sözünü ettiğimiz siyah ve pembe gelecek tahminleri bölümüne geldiğimizde ise mühendisleri istatistik, deneyler ve teknoloji ile yarını resmederlerken, sosyologların ve felsefecilerin kahinliğe soyunarak pembe ya da siyah bir gelecek tasarımı yaptıklarını söylerler. Ancak sosyologların ve felsefecilerin kahinliğe soyunarak çizdikleri resmin şimdinin ve geleceğin ayrılmaz bir parçası olduklarını söyler. Görüyoruz ki net bir öngörüde bulunmak yerine olasılıklara, topluma ve kültüre bağlı olarak gelişecek olan yeni medyaların geleceğini öngörülemez hatalar ve başarılar olarak niteleyerek yanılgıdan kurtulmak istiyorlar. Bir diğer öngörülebilir sonuçlar arasında olduğunu iddia ettikleri, “İşaretlerin aşırı bolluğu anlam fukaralığını beraberinde getirir. Sonuçta medyalar açısından zenginleşen bu toplum aynı zamanda bireyin çok büyük bir iletişim gereksinimi duyduğu bir toplum olmayacak mı? “ sorusudur. Burada MIT’de siyasal bilimler uzmanı Ithiel de Sola Pool’un şu sözlerine yer verirler. “İletişim selinin suları altında boğulmak üzereyiz, yine de her yerde insanların iletişim eksikliğinden şikayet ettiklerini duyuyoruz. Yurttaşlar televizyonu seyrediyorlar, gazeteleri okuyarlar, radyoları dinliyorlar ama dinlenilmedikleri izlenimine sahipler.”
Madun konuşabilir mi? Bu soru böyle bir alan için fazla zorlama, belki de aşırı-yorum olarak görülecek olsa bile iletişimin araçlarının metnin yazıldığı tarihtekinden çok daha fazla arttığı ve geliştiği günümüzde bu daha büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmakta mıdır? sorusunu beraberinde getirse de artık günümüzde durum biraz daha farklı görünmektedir. Zira artık herkes kendi televizyonunu kurabilmektedir. Bu da bizi başka bir probleme götürüyor: Bilginin güvenilirliği problemine. Her dönemdeki her değişim kendi çarmıhını sırtında taşır
Özetle, gelecek ne Marx ne de Darwin’in istediği gibi sınıf ve ulusal mücadelelerin olacaktır. Toplum gelecekte yine yalnızca toplumsal etkileşim ağlarının verdiği çehreyi taşıyacaktır.